Asla başaramam dediğiniz veya yapamayacağınızı düşündüğünüz için vazgeçtiğiniz şeyler oldu mu?
5 ay önce Ankara’nın Gölbaşı ilçesinde bulunan güzel Mogan Gölü’nde bir pazar sabahı hayatımda ilk defa koşuya gittikten sonra kendime bu cümleyi kurdum “asla başaramam”.
Ama şimdi saati ilk koşuma başlamadan yarım saat öncesine alalım. Daha önce hiç koşmadığım için beni nasıl bir deneyimin beklediğini bilmiyordum. Fakat, kuş sesleri içinde, göl manzarası eşliğinde, arada kulaklığımı takarak, bir gün öncesinde aldığım güzel koşu kıyafetlerimle 7-8 km koşup güzel bir pazar sabahını geride bırakmayı da bir yandan hayal ediyordum.
Isınmanın önemini yaptığım diğer sporlardan bildiğim için pacer’ın hareketlerini aynı şekilde tekrar ettim ve sonunda koşuya başladım. İlk 2 kilometre sonunda nabzım 180’in üzerine çıktı, bacağıma ağrı saplandı, başım döndü, midem bulandı ve planladığım mesafenin dörtte birini tamamlayamadan yürümeye başladım. Koşunun bu kadar zorlayıcı bir spor olduğunu bilmiyordum. Koşunun bir dayanma sporu olduğunu da bilmiyordum. Kalbimin çarpıntısından başka dinlediğim bir şey yoktu. İlkokul yıllarında yaz tatillerinde dışarda koşmaktan eve gelmeyen çocukluğumuzdan da eser yoktu.
Koşunun benim için uygun bir spor olmadığına anında karar verdim ve evimin yolunu tuttum. Aradan birkaç gün geçti ve 2. Antrenman günü geldi. Önümde iki seçenek vardı. Ya devam edip aynı zorluğu yine hissedecektim ya da bırakacaktım. İşe araştırma yapmaktan başlamanın mantıklı olacağını düşündüm. Koşarken nabzımı nasıl düşüreceğim, uzun mesafeyi durmadan nasıl koşacağım ile ilgili makaleler okumaya ve vlog’lar izlemeye başladım. Bunun üstüne güzel abim Orkut Baysal’ın öğrettiği ve iliklerimize işlediği bırakmama inadı da eklenince antrenmanların ardı arkası kesilmemeye başladı. Haftada üç gün antrenman yapmaya başladım.
2. ayın sonunda 10 kilometre koşmak için hazırdım. Uygun yerin Eymir Gölü olduğuna karar verdim. Gölün çevresi yaklaşık 11 kilometre olduğu için tam tura yakın koştuğumda hedefime ulaşacaktım. Nitekim ilk 10 kilometremi gölün çevresini tam tur atarak 1:15 dk’da tamamladım. Her ne kadar koşarken yorgunluk ve bitkinlikten saniyeler geçmiyor gibi görünse de bu spora nerden başladım gibi soruları kendime sorsamda, parkuru tamamladığımda kendimi aşırı mutlu hissetmiştim. Şimdi amacım 1:15 dk’lık süreyi daha aşağı çekmekti. Aynı parkuru 4. koşuşumda bu süreyi 56 dk’ya indirdim.
Tüm dayanıklılık sporlarındaki belki de en güzel şey tek rakibinizin kendiniz olması. Bir önceki antrenmanınızda tamamladığınız süreyi biraz daha geliştirmek istediğinizde aslında yine kendinize meydan okumuş oluyorsunuz. Ve kendinizi her yendiğinizde otomatik olarak diğer yarışçılardan birkaçını da geride bırakıyorsunuz.
Yaklaşık 3. ayın sonunda artık kendimi yarışta test etme vaktinin geldiğine inanmıştım. Her ne kadar içimde yarışı son sıralarda tamamlayacağım korkusu olsa da ilk trail yarışım olan Kızılcahamam Ultratrail’de 16K koşmaya karar verdim. Bu aynı zamanda Kızılcahamam’daki ilk ultratrail yarışıydı da. Daha önce en fazla 10K koştuğum için 16K’nın beni epey zorlayacağını biliyordum. Fakat hesaba katmadığım diğer şey bundan çok daha önemliydi. Eymir’de koşarken gölün çevresinde en fazla 10 metre irtifa kazanıyordum. Bu bile epey zorluyordu. Kızılcahamam’da ise yaklaşık 600 metre irtifa kazanacaktık. Bu da yaklaşık olarak, dünyanın en uzun 2. Gökdeleni olan Şanghay Kule’sinin yüksekliğine denk geliyor.
Daha önce hayatımda hiç trail koşmadığım için, koşu startı verilmeden önce dikkatimi çeken ilk şey çevremdeki doğa oldu. Soğuksu Milli Parkı sanırım Ankara’nın sahip olduğu en güzel doğal güzelliklerden birisi. Birazdan yarışa başladığımda bu doğal güzelliğin içerisinde 2 saat’e yakın süre harcayacağımı düşündüğümde neden bu spora daha önce başlamadığımı sordum.
Ve start verildi. Aynı anda 297 kişi Soğuksu Milli Parkı’nda, muhteşem orman manzarası içinde koşmaya başladı. Koşu başlar başlamaz irtifa da artmaya başladı. Bu nedenle tempomu ayarlamam gerektiğini düşündüm. Gerektiğinden fazla hızlı başlamam, bir anda tükenmeme, ağrılarımın başlamasına ve hatta sakatlanmama neden olabilirdi, aynı zamanda her şey yolunda bile gitse yarışın sonunu getiremeyebilirdim. Bu nedenle nabzımı uygun seviyeye getirdim, daha önümde 16 km’nin olduğunu düşünerek yavaş tempoda yaklaşık 8 kilometre devam ettim. Parçası olduğum ve olmaktan da büyük keyif aldığım Runankara grubundaki arkadaşlarımın büyük çoğunluğu ilk 8 km’de önümdeydi. Sonunda tepenin zirve noktasına geldik. Artık geri kalan kısım sadece inişti.
Yarışa kadar ki olan son antrenmanlarımda hep 8k’nın üstünde koşmuştum ve hiçbirinde durmamıştım. Şimdi hem manzaranın ve orman kokusunun tadını çıkarmalıydım hem de 3 aydır yaptığım antrenmanların karşılığını almalıydım. Nabzımı biraz yükselttim ve tempomu ortalama 5:40 dk/km’ye getirerek parkurun geri kalan kısmında hızımı artırdım. Bitiş çizgisine yaklaşık 500 metre kala artık hiç enerjimin kalmadığının farkındaydım. Son gücümü verip “finish” çizgisinden geçtim. Ve o an yine çok mutluydum.
Yarışın üzerinden yaklaşık 1 ay geçti, antrenmanlarıma aynı şekilde devam ediyorum. Amacım 1.yılımda iyi bir tempo ile yarı maraton koşmayı başarabilmek.
Paul Chelimo’nun da dediği gibi “Go hard or suffer the rest of your life”.